Sinema Tarihi
-----------------------------------------------------------
Yıl 1895 28 Aralık. Yer Paris Capucines Bulvarı'ndaki Grand Cafe'nin bodrum katındaki egzotik dekorlu Salon Indiren. Ressam ve fotoğrafçı Antoine Lumiere oğulları August ve Louis'nin buluşu olan sinematografın ilk gösterisi için bu kahveyi kiralıyor ve ortalığı ayağa kaldırıyor! Zira Grand Cafe'deki koltuklarına rahatça yerleşmiş bu ilk sinema meraklıları "Bir Trenin La Ciocat Garı'na Girişi" isimli film başlar başlamaz korkudan kaçışmaya başlıyor! Tren üstlerine doğru gelmekte ve kaçacak yer yok!
Ercüment Ekrem Talu (1896-1897 sıralarında) İstanbul Galatasaray'daki Sponeck Birahanesi'nde yaşadığı benzer bir korkuyu şöyle dile getiriyor: "Avrupa'nın bir yerinde bir istasyon bacasından fosur fosur kara dumanlar savrulan bir lokomotif peşinde takılı vagonlar duruyor. Rıhtım üzerine telaşlı insanlar gidip geliyor. Ama ne gidiş-geliş! Hepsini sara nöbetine tutulmuş sanırsınız. Hareketler o kadar hızlı ölçüsüz ve acayip ki... Tren kalktı elbette ki sezsiz sedasız. Aman yarabbi! Üstümüze doğru geliyor! Zindan gibi salonun içinde kımıldamalar oldu. Trenin perdeden fırlayıp seyircilerin çiğnemesinden korkanlar ihtiyaten yerlerini terk ettiler. Hani ya ben de korkmadım değil; lakin merak gelip beni iskemleye mıhladı. Bereket versin ki tren çabuk geçti gitti! (Nejat Özon - Türk Sinema Tarihi)
"Korku" sinemasının doğuşu gibi...
İşte böylelikle her ne kadar bilinçli olmasa da Lumiere kardeşler bir "korku" filmi ile sinemanın doğuşunu dünyaya müjdeliyorlardı. Sinematograf birdenbire dünyayı daha küçük bir yer haline dönüştürüp çeşitli modaların hızla yayılmasını sağlayacaktı. Ancak 1897 Mayıs'ında Bazaar de la Charite'de eter lambasının yanması ile çıkan bir sinema yangını 100'ün üzerinde insanın ölümüyle sonuçlanınca aristokratlar ve orta sınıf sinemaya sırt çevirdi. Bu nedenle sonraki yaklaşık 20 yıl boyunca sinema işçi sınıfı eğlencesi olarak bilindi.
Bu yıllarda sinema okuma yazması olmayan göç ettikleri ülkelerin dilini konuşamayan göçmen toplulukları için bir iletişim vasıtasına dönüşür mesafe ve zaman kavramlarını altüst eder. Sinema adeta ölüme ve zamanın geçiciliğine meydan okur.
Oyunculuğun meslek oluşu...
Yıl 1900... Bir yüzyıl daha geride kalıyor ve yığınla bilinmezliği yanında taşıyan 20. yüzyıl geliyor. Sinema salonları çoğalmış filmler gelişmiş etkileri de artmıştır. Sinemanın ilk yıllarındaki gibi oyuncular anonim olmaktan çıkmış isimleri tipleri olan insanlar haline gelmişlerdir. O zamanın küçük sinema salonları olan Nickelodeon'ların beyazperdelerinde piyano eşliğinde gezinen oyuncular seyircilerin yaşamına girmekte giysileri makyajları davranış biçimleriyle seyircileri derinden etkilemektedir. Yüzyıl başında başlayan sessiz sinema döneminin yalnızca görüntüye dayanan özelliği 1920'li yılların sonunda sesli filmin ortaya çıkışına kadar devam eder. Bu dönem sinemasında abartılı giysi ve makyajlar mekanlar tuhaf el kol ve yüz hareketleri anlatım biçimi olarak olağanüstü önem taşır. Nasıl olmasın ki sesin yardımı olmadan bir nevi pandomim ve akrobasiye dayanmak zorunda olan bu sinema türü varlığını ancak bu sinema araçlarıyla ortaya koymak ve anlamlı kılmak zorundadır. Belki de bu nedenden sessiz sinema dönemi birçok yönüyle biraz abartılı da olsa gerçek oyunculuğun temelini oluşturur. Oyuncular duygularını sessiz anlatmak durumundadırlar. Mimikler insan gövdesi iletmek istenileni en iyi biçimde ortaya koymanın yegane vasıtası olmaya başlar.
Mary PickfordBu devrin kadın ve erkek tiplerini modasını etkileyen oyuncular biçimleriyle de yaşamın içinde gezinmeye başlarlar. O kadar ki "masumiyet timsali" etrafına tatlılık ve ışık saçan iyilik dolu küçük kadın Mary Pickford buklelerini kestiği vakit onu fetiş haline getirmiş seyirci kitlesi uzun zaman devrinin bu olağanüstü oyuncusuna küser. Bu buklelerin gerisinde yatan masumiyet yetişkin cinsellikten uzaklık Pickford'un uzun yıllar "dünyanın sevgilisi" unvanını korumasını sağlar. Pickford giysileri geniş kenarlı şapkaları ince titrek bacakları bir dönem masum iyilik saçan kadın tipine örnek olur. Sonradan Pickford ile evlenen tarihi serüven filmlerinin baş aktörü Douglas Fairbanks ise bu tipin erkek karşılığıdır. Sıkıcı derecede iyi neşeli sıhhatli Fairbanks bir noktadan sonra bu sıkıcılıktan biraz olsun uzaklaşabilmek için bazı filmlerinde zorla kötülük yapmak gereğini duyar.
Douglas FairbanksSessiz film dönemi aktör ve aktristleri saymakla bitecek gibi değil. Bu nedenle yalnızca o devrin "flaş" simlerine "mit"lerine kısaca değinmekle yetinelim. Ne var ki bu isimlerin dışındaki oyuncular da kendi sınırları içinde devirlerini sarsmış etkilemiş 20.yüzyılın kendine özgü çizgilerini yaratmışlardır. Çoğu şu anda yalnızca film şeritlerinde ve belleklerimizde yaşıyor. Ne güzel ki sinema denilen bu icat bize onları hiç unutturmuyor sonsuza dek yaşatma olanağı tanıyor.
Masum kadın...
Mary Pickford'un "masum kadına" ilk tepki Fox'un yarattığı Theda Bara'dır. Pickford'un sarışın buklelerinin tam zıddı olan siyah saçlı kara delici bakışlı Bara vampirimsi hareketleriyle sinemanın ilk "vamp" kadınını simgeler ve böylelikle Pickford tipine tepki gösteren daha az "iyi" kadınlarla özdeşleşir ve tabii erkek seyircilerin de büyük ölçüde ilgisini çeker. Her ne kadar bu "vamp kadın" tipi biraz fazla "kötü" sayılabilse de içbayıltıcı "cici" tiplere bir denge unsuru olur.
Gloria Swanson
Bu yılların bir diğer etkileyici kadını da "Kadın ve Erkek" filmdeki meşhur banyo sahneleriyle ortalığı kasıp kavurmuş olan aşk öykülerinin Gloria Swanson'udur. Sabun dolu büyük cam şişeler kocaman pudralar görkemli bir banyo hizmetçiler ve yatağından salınarak kalkan ve banyosuna hazırlanan büyüleyici beyazlıkta bir kadın...
Garbo efsanesi...
Swanson ve diğer bir yığın güzel genç kız sinemaya Mark Sennet'in "Mayolu Güzeller"i ile başlarlar. Bu dönemin güzellik anlayışına uygun bu genç kızlar nedense hiç de denize girecek gibi durmazlar. Mayolar elbiseler gibidir üstelik ayaklarına bacaklarının yarısına kadar gelen iple bağlanan bir tür çizme giyerler. Neyse ki 1. Dünya Savaşı'ndaki genç askerlerin kışlalarını cüzdanlarını süsleyen bu ilk "poster kızları" hiç de sıcaktan bunalmış gibi durmazlar.
20'li yılların başarısını "sessizliğe" borçlu Swanson'un en büyük rakibi Pola Negri ise benzer biçimlerde halkı etkiler. Ne yazık ki sesli sinemanın başlaması bu Polonya asıllı tuhaf aksanlı oyuncunun sonu olur.
Greta Garbo
1923'te İsveçli Greta Garbo o yılların en büyük mitosunu yaratarak o devre göre benzersiz güzelliği ve oyun gücüyle ekrana girer. Sanatının doruğundayken sinemadan ayrılan ve kara gözlüklerinin arkasına saklanan Garbo saçları duruşu bakışıyla o devrin kadınlarına yansır. Ancak Garbo'da içerik hep biçimi aşmış esas öykünülen yarattığı rollerin dışında kendi kişiliği zamanı için olağanüstü modern olan dünyayı algılama ve davranma şekli olmuştur.
Komedinin altın çağı...
Sessiz sinema dönemi seyircilere güldürünün altın çağını yaşatır. Bu devir güldürülerinde sıkça rastlanan sadizm surata atılan pastalar patlamalar tekmeler fakirliğin kabalığın güç yaşam koşullarının sevimsiz yüzüyle alay ederek sokaktaki insana birazcık olsun rahatlama getirir. aaastone komedilerine Chaplin filmlerindeki dekorlara bakıldığında bunların genellikle yoksul mahalleler olduğunu görürüz. Chaplin'in bu kadar geniş bir seyirci kitlesiyle özdeşleşebilmesinin gerisinde çizdiği basit küçük insan tipi güçlünün zayıfı ezmemesi karşılaşılan haksızlıklar ve burjuvazinin zaman zaman içine düştüğü gülünçlükler yatar.
Buster KeatonKomedi dünyasının bir diğer dahisi Buster Keaton'un komedi anlayışı ise biraz "Alis Harikalar Diyarında" mantığını taşır. Çılgınlıklar çılgın çözümler gerektirir. Keaton modern hayatın canavarları makinelerle savaşırken hep eskiye olan özlem hissedilir.
Güldürü anlayışı mekanize bir topluma dair endişelerden kaynaklanan dar giysili hasır şapkalı yuvarlak gözlüklü "dürüst vatandaş" tipi Harold Lloyd ise gökdelenler arabalar trenlerle tehlikeli serüvenler yaşar ve hep soğukkanlılıkla bu mekanize dünyayı kontrol eder.
Rudolph Valentino20'lerin dünyasındaki bugünkü gezimizi o devrin "tanrı"sını erken ölümüyle arkasından yığınla kendisine aşık kadını intihara sürükleyen soluk yüzlü baygın bakışlı İtalyan asıllı Rudolph Valentino'yu anarak noktalıyalım. Asır başı kadınlarının ideal aşık tipi olan Valentino'yu bugün eski filmlerinde seyrederken aynı derece beğenebilmek tabii ki olanaksız ne var ki Valentino sinemanın ilk "Latin lover"ı olmakla önemini günümüze kadar taşımaktadır.